Fondation Louis Vuitton  Çağdaş Sanat Müzesi

Paris’in en ikonik yapısı Eyfel Kulesi olsa da, bir diğer yapısının da   Fondation Louis Vuitton  Çağdaş Sanat Müzesi olduğundan hiç şüphe yok.

Louvre Müzesi, Notre Dame Katedrali, Seine nehri, Montmartre, Champs Elysees de sıraya girmeli. Hepsi birbirinden güzel ve görülmeğe değer olsa da son yıllarda bu listeye çağdaş mimarinin en önemli eserlerinden biri olan Fondation Louis Vuitton  Çağdaş Sanat Müzesi mutlaka eklenmeli.

Louis Vuitton vakfı tarafından yaptırılan Sanat müzesi, konumundan mimari tasarımına, inşaatına ve daha sonrada içindeki sergilenen eserlere kadar her açıdan ilginç hikayeler barındırıyor.

Fondation Louis Vuitton  Çağdaş Sanat Müzesi’nin hikayesi 2004 yılında Paris belediyesinin Bois de Boulogne içindeki Jardin d’Acclimatation’un  yenilenmesine karar verip burayı Louis Vuitton vakfına tahsis etmesiyle başlıyor.

19. Yüzyıldan bu yana Paris’in en büyük yeşil alanlarından birinin içinde bir inşaata birçok kesim itiraz etmiş. Parkın bütünlüğünün bozulacağı gerekçesi ile halktan tepkiler gelmiş. Mahkemeler açılmış ve büyük tartışmalar sonunda Halk Meclisinden çıkan özel bir yasa ile nihayet inşaat ruhsatı verilmiş.

Louis Vuitton vakfı Başkanı Bernard Arnault, projeyi Mimar Frank Gehry’ teklif etmiş. Ve ünlü mimar 2006 yılında ilk tasarımlarını oluşturmuş.

Asıl adı Ephraim Goldberg olan Frank Gehry 1929 yılında Toronto’da doğmuş. Dekonstrüktivizm  akımının öncüsü Mimar ve Tasarımcı   Frank Gehry  1980 yılında Pritzker Mimarlık Ödülüne layık görülmüş.  Alıştığımız dik açılı binaların yamultularak, yapıyı oluşturan mimari unsurların parçalanması ve yüzeylerin kaydırılması prensibine dayalı olan bu mimari akımın en güzel örneklerinden birini Fondation Louis Vuitton Çağdaş Sanat Müzesi tasarımında ortaya koymuş ünlü mimar.

Frank Gehry’in tasarım aşamasında öne çıkan en önemli öğe çevre ile uyum olmuş. Özellikle de ormanlarını korumaya çalışan Paris halkına çevre ile uyumlu, yeşili yok etmeyen bir bina vermek istemiş. Paris’in 19. Yüzyıl mimarisinin en etkileyici örneklerinden biri ve mimara ilham kaynağı olan Grand Palais’nin metal ve cam uyumu malzeme seçiminde etkili olmuş. Böylelikle doğayı ezmeyen şeffaf bir yapı oluşturmayı amaçlamış.

Frank Gehry henüz küçük bir çocukken büyük annesinin Aşkenaz Yahudilerinin şabat yemeği olan gefilte (balık köftesi) pişirmek için aldığı balıklarla oynarmış. İşte çocukluk anılarından kalan bu balıklar Çağdaş sanat müzesinin tasarımının ilham kaynağı olmuş. Balığın sert pulları, yapıyı kabuk gibi saran cam paneller olmuş. 

Bu görkemli yapıya baktığımda tasarım hocamın sözü aklıma geliyor; “önce uç ama sonra yere basmasını bil”. Frank Gehry bu yapıyı tasarlarken hayal etmiş ve hayallerine kesinlikle bir sınırlama getirmemiş ama sonra hayallerindeki yapıyı gerçek dünyanın şartlarına, fizik kurallarına uygun hale getirme başarısını göstermiş. İşte bu yüzden Frank Gehry yüzyılımızın en büyük mimarlarından değil mi?

Ama kabul etmek gerekiyor ki Frank Gehry’nin kreatif fikirleri, projenin daha önce görülmemiş teknolojik zorluklarla karşılaşmasına neden olmuş.

Proje dijital ortamda 3D tasarım yazılımı sayesinde gerçekleşmiş. Tüm tasarımın 3D görüntüleri, konumlanması ve tüm diğer teknik projelerin hazırlanması için kullanılan yazılım bu süreçte ihtiyaçlar doğrultusunda sürekli geliştiriliş.

Projeler tamamlanıp inşaat başladığında yapının çekirdeğini oluşturan ve “buz dağı” adı verilen beyaz düz ve anıtsal bölüme, çelik ve lamine ahşaptan yapılmış eğimli panelleri taşıyan sistemin bağlanması en büyük zorluk olmuş.  Bu aşamada birçok yeni ürün geliştirilmiş ve sonunda mimar, mühendis ve üreticiler arasındaki iş birliği bu muhteşem yapıyı ortaya çıkartmış.

Projenin yapımı 7 yıl sürmüş ve projede 400 kişi çalışmış. Ekim 2014 te Fondation Louis Vuitton  Çağdaş Sanat Müzesi 143 milyon dolarlık bir maliyetle halka açılmış.

Dışarıdan bakıldığında ister balık ister bir yelkenli veya ormanın üzerine düşmüş bir bulut gibi görün havada asılı uçarcasına yükseliyor bu görkemli yapı.

Müzeye yaklaşırken ilk olarak su havuzları ve binanın bu havuzlara yansıması ile karşılaşıyorsunuz. Tek bir bina yerine yansımaları ile etrafa yayılmış bir görsel şölen oluşturuyor. Aynı zamanda etraftaki ormanın ve gökyüzünün cama yansıması ile yapı sanki şeffaflaşıyor. Giriş seviyesinden binanın altına doğru akan şelale dışarıdaki doğayı içeriye taşıyor.

Bina içine girildiğinde ise geniş cam paneller dışarıdaki manzarayı müzenin bir parası yapıyor Galeriden galeriye her geçişte başka bir cam panelin altına giriliyor ve manzara farklılaşıyor.

İlk girişte bizi binanın en üst noktasına kadar yükselen camlarla çevrili bir lobi karşılıyor. Tepede asılı olan yapının onay maketi çok çarpıcı gözüküyor.  İlk bakışta bu formun bir yapıya dönüşmüş olduğunu kabullenmek ne kadar zor.

Lobideki bir diğer etkileyici unsur Bina boyunca yukarı yükselen dev boyutlardaki kırmızı gül.

Çağdaş sanatın önemli bir kadın figürü olan Genzken’in bir eseri karşımızda.  Kırk yıl boyunca mimari ve kentsel alan arasındaki bağlantıları keşfetmek için açık hava heykelleri tasarlayan Isa Genzken’in Rose II isimli eseri bu muhteşem sanat galerisinde yerini bulmuş. Büyük ve yüksek lobi de dev boyutlu bir gülü görmek boyut algısını karıştırıyor insanın.

Camların arasından yükselen merdivenler ile terasa çıkılıyor.

Camların ve çelik ve ahşap konstrüksiyonun altından süzülerek üst katlara çıkıldığında terastan ağaçların ötesinde muhteşem Paris manzarası beliriyor.

Yapının içinde gezdikçe manzara değişiyor. Bir başka merdiven bu defa bizi alt katlara taşıyor. Ve Mimar Frank Gehry’in bir başkatasarım harikası ile karşılaşıyoruz.

İlk bakışta büyük boş bir salon.. Aslında burası bir oditoryum.

Büyük salonun tasarımı çok özel. Şu anda dümdüz bir salon olarak gözüksek de gerektiğinde yerdeki paneller yükselerek oturma düzeni oluşturuyor. İhtiyaç doğrultusunda   320 ila 1.000 seyirci kapasitesine sahip Oditoryum, olağanüstü akustiği ve son teknoloji donanımı sayesinde ziyaretçilere gerçekten özel bir deneyim sunuyor.

Oditoryumun bir diğer parlayan yıldızı ise ünlü ressam Ellsworth Kelly‘nin dokunuşları. Amerika’nın en ünlü soyut ressamı, minimalizim deyince ilk akla gelen ismi Ellsworth Kelly’ye Fondation Louis Vuitton,  oditoryuma yeni bir çalışma yapması için davet etmiş. Sanatçı klasik bir oditoryum olmayacağını bildiği bu mekân için sadece bir resim değil mekânın akustiğini de göz önüne alacağı bir çalışma yapmak istemiş. Parterin ve sahnenin etrafındaki duvarlar için farklı boyutlarda bir grup renkli panel oluşturmuş. Bu renk panellerini sesin yüzeye nüfuz etmesine izin verecek ama aynı zamanda istediği renkleri kullanabileceği özel bir kumaştan yapmış. Yüksek dikdörtgen duvar için sarı, diğer duvarlar için ise mavi, yeşil, kırmızı ve mor karesel paneller seçmiş. Renkleri duvarlara yerleştirdikten sonra, sahne perdesi için de bir parça yaratmaya karar vermiş ve bunun için en uygun seçim Spectrum çalışmalarımdan biri olmuş. Ve Spectrum VIII  böylece sahnedeki yerini almış.

Yapı, içinde gezerken her açı değişiminde, her kat değişiminde, şaşırtıyor insanı.   

Fondation Louis Vuitton sanat galerisinin altına indiğimizde sanatçı ve mimar uyumunun geldiği en muhteşem görüntü ile karşılaşıyoruz. 

Olafur Eliasson’un yüzme havuzunun etrafındaki yeraltı mekânında ki kalıcı enstalasyonu ‘Inside the Horizon’ gerçekten çok etkileyici. İçten aydınlatmalı 43 prizmatik sütundan oluşan dev bir kaleydoskopun iki tarafı aynalarla, bir tarafı da sarı bir mozaikle kaplı. Eser, aynalar ve su üzerindeki yansımalardan oluşan bir oyun etrafında şekillenerek çevresiyle bütünleşiyor.  Dışarıdan içeriye doğru akan şelalenin sesi ise ortama başka bir hava katıyor.

Etkileyi bir gezinin ardından görülecek ve biraz dinlenilecek yer ararsanız Le Frank Café sizi bekliyor.

Michelin yıldızlı şef   Jean-Louis Nomicos, bu parlak mimari eserde, Fransız mutfağının rafine lezzetlerini hazırlıyor.

Café, Frank Gehry’nin  tasarımı “Balık Lambası “nın   altında yer alıyor,  Gün boyunca camlardan giren ışık ve dışarıda ki havaya göre değişen atmosferi ve muhteşem yemekleri ile  çok keyifli bir mekan.

Bir Mimari şölen izlemeye geldiğimizi sanırken muhteşem sanat eserleri ile karşılaşmanın sarhoşluğu ile gezimizi sonlandırıyoruz

Yapı içerisindeki gezimiz Frank Gehry’nin ilham kaynağı olan balık sürülerini çağrıştırıyor. Her açı değişiminde, her kat değişiminde, farklılaşan görüntü şaşkınlık ve hayranlık yaratıyor.  

Paris’in en ikonik yapısı Eyfel Kulesi olsa da, bir diğer yapısının da   Fondation Louis Vuitton  Çağdaş Sanat Müzesi olduğundan hiç şüphe yok.